August 30, 2002

First Interrail

MY FIRST INTERRAIL - ALL ALONE
İstanbul'dan Barcelona'ya
Tarih: 30 Ağustos - 22 Eylül 2002

Bu yıl okul dışındaki zamanlarımı Matematik dersleri vererek geçirmiş, yeni yurtdışı maceram için yeterince para biriktirmiştim. Sınıf arkadaşım ve kanki AHMET'i de kafalamıştım, bu yıl bir çok kişinin ballandıra ballandıra anlattığı INTERRAIL gezisini yapacaktım. Rota belirlenmişti: ISTANBUL'dan çıkılıp YUNANISTAN, ITALYA ve FRANSA gezilecek, ISPANYA'daki arkadaşlar ziyaret edilip bir kaç günde orada geçirilecekti.

Heyecanla interrail biletimizi Sirkeci garından alıp, acaba vize için hangi ülkeye başvursak derken, ITALYA konsolosluğunda karar kıldık. Kılmaz olaydık, ben 3. günde vizeme kavuştuğumda arkadaşım AHMET'e bugün git yarın gel prosedürü uygulanıyordu. Bu süreç bir red ve yanmış bir interrail bileti ile sonuçlandığında bendeniz tek başıma yollara düşmüştüm bile. (Böyle de kanka mı olur dediğinizi duyar gibiyim?)

Sirkecide boş bir kompartımana yerleşip heyecan ve merak içinde trenin kalkışını beklerken kapı açılıp interrailci 3 genç daha kompartmana dahil oldu. Çok ilginç geldiği için sanırım sadece birinin ismini hatırlıyorum: GEYLANİ. Neyse yol uzun sohbet uzun derken Yunanistan sınırına ulaşıverdik. Burada yani PYTON'da hem pasaport kontrolü yapılıyordu hemde tren değişikliği. O esnada SELANİK'e gitmeyi planlayan ben biletimin her şekilde geçtiğini düşünerek extra bir işlem yapmamıştım. Meğerse bir sonraki tren hızlı trenmiş ve binmek için supplement ödenmesi gerekiyormuş. Ben bunu fark ettiğimde bilet kalmamıştı. Yaklaşık 8 saatimi kervan geçmez bir tren istasyonunda ingilizce bilmeyen Yunanlı bir görevliyle işaret diliyle anlaşarak geçirdim. O bana elindeki İBRAHİM TATLISES kasetleri dinletiiyor, bende kağıda bir şeyler çizerek konuşmaya çalışıyordum. Bekle bekle 8 saat geçti sonunda.

SELANİK'e vardığımda nedense orayı beğenmekle beraber pek de gece geçirelecek bir yer olduğunu düşünmedim. Etrafı gezip, ATATÜRK'ün evini bulmaya çalıştım. Buldum ama ne yazıkki restorasyon nedeniyle kapalıydı. Daha fazla zaman kaybetmeyip ATİNA'ya geçmeliyim diye düşünürken, istasyonun önünde bizim kompartımandaki 3 gençle karşılaştım. Onlara katılarak ATINA'ya yola çıktık. Bizim 3 gencin yolculuğu tam bitli turist yolculuğuydu. Hadi parkta yatalım dediler bu gece, bende onlara uydum, ama sokakta yatmak bir de yarım yamalak uykuyla şehri dolaşmaya çalışmak hiçde akıllıca bir yöntem değilmiş. Siz siz olun para harcamıyacağım diye kendinize eziyet etmeyin.

Ben en iyisimi yoluma yalnız devam edeyim diyip ACROPOLIS'i tek başıma gezmeye koyuldum. Yunanistan çok biz gibiydi, her şey aynıydı sanki, müzikler, yemekler, insanlar ... Belkide bu yüzden pek de Türkiye'nin dışındaymışım gibi hissetmedim kendimi hiç. Tek fark camilerin yerini kiliseler alıyordu sokaklarda.

Koşarak PATMOS'tan kalkan ve BARI ye giden SUPERFAST feribotuna yetişmeye çalışırken 2 Amerikalıyla arkadaş olmuştuk bile. Yolculuğumun ITALYA kısmının onlarla geçeceğinden haberim yoktu tabii o anda. Hedef NAPOLI'ydi. Çok renkli çok hareketliydi, daracık sokakları arasında vızır vızır motorlar dolaşıp duruyordu. Ben en çok minyatürlerin yapılıp satıldığı dükkanlardan etkilenmiştim. Sanki her şey sanat, her şey el emeği gibi kokuyordu. Napoliye ulaştığımız trendeki bir Italyan bizi yemekli bir gösteriye davet etmişti. Gayet spor giyinerek gittiğimiz bu davette epeyce kötü hissedecek ama turistliğe verip umursamayacaktık. Restaurantta herkes şıklıkta birbiriyle yarışıyor, yemek yerkense aryalar söyleniyordu.

Bir sonraki nokta ihtişamlı VATICAN dı. İnsan o kadar ihtişamın içinde din nereye kaybolmuş anlayamıyor. ROMA başlı başına bir efsane, şöyle kabaca gezmek için 2-3 güne ihtiyaç duyuyor insan. Yürüdüğünüz her yer tarih kokuyor, şehirle bütünleşmiş bir tarih.

Ama benim favorim FLORANSA ve PISA idi. Toprak renklerin hakim olduğu, dar sokaklı küçük şehirler, hatta şehircikler. Sanki her mevsim sonbahar oradalarda. Nehrin kenarında saatlerce oturabilir, Nirvana'ya bile ulaşabilirsiniz.

Amerikalılardan ayrılma vakti geldi, ben FRANSA da pek oyalanmadan BARCELONA'ya gitme kararı aldım. Ama gel gör ki FRANSA beni bırakmamakta ısrarlı. MARSILYA'da hava koşulları nedeniyle tüm seferlerin iptal olduğu bilgisini alınca ne yapsam ne yapsam dedim ve sonunda şöyle bir çıkış yolu buldum. Önce Paris'e kuzeye çıkacaktım, oradan da Barcelona'ya inecek sahil şeridini kullanmadan istediğim yere ulaşacaktım. PARIS'e vardığımda BARCELO için epeyce bir zaman olduğunu görüp en iyisimi ben şu meşhur EYFEL kulesini göreyim dedim. (Dondum dondum ki ne dondum hemde yazın ortasında) Yukarı çıkmak çooook uzun bir kuyruk demekti ben önünden arkasında sağından solundan fotolar çekip istasyona geri döndüm.

Gelelim BARCELONA'ya; idealimdeki şehre, söylecek çok söz var ve bir o kadar yok. Gidip görmek ve de yaşamak lazım. Çok büyük bir şehir değil burası, OLD CITY hariç altını çiziyorum TÜM sokakları birbirine paralel.

Burada insanlar çalışmak için değil yaşamak için doğmuşlar sanki. Ama bakmayın İSPANYOLLAR tembeldir diyenlere onlar Ispanyol değil CATALAN'lar, CATALANCA konuşup CATALANCA anlaşırlar. İspanya'yı İspanyollardan ibaret sananlar üzgünüm; bu ülkede tam 4 farklı DİL (şive değil!!!) konuşuluyor.

BARCELONA deyince ilk aklıma gelenler: PLAZA CATALUNYA, LAS RAMBLAS, BARRI GOTIC, PICASSO, DALI, LA PEDRERA, JOAN MIRO, PLAZA ESPANYA, POBLE ESPANOL, PORT OLIMPIA, SAGRADA FAMILIA, PARK GÜELL, AQUARIUM, ARC de TRIOMF, DISTRICT GRACIA ... (Detaylar bir sonraki yazıda...)